"YEŞİL MESLEĞİ" TANIMLAMANIN ZORLUKLARI

"Yeşil Meslekler" çevre üzerine tartışmalarda sıklıkla gündeme gelen bir konudur. Bunda, hangi tanımınn kaullandigini anlamak gerekiyor. Ancak, yeşilin meslekleri tanımını neyin oluşturduğundan nasıl emin olabiliriz. Bu konu üzerine yazılan makalenin linkini bırakıyorum. shorturl.at/jpIY4




Çevresel politakalar anlaşılması güç olmayacak şekilde Devletlerin odak noktası oldu. Karbon salimini kesmek ve yeşil dönüşüm "yeşil meslekleri düzenli olarak gündeme getiriyor. Ancak, yeşil mesleklerin ne olduğu tam anlamıyla tanımlanmış değildir. Bu konuda evrensel kabul görülmüş bir tanımlama yoktur. Genellikle yeşil kavramı karbon emisyonunu sıfırlamak ve doğal kaynakların kullanımını azaltmak veya ekosistemle ilgili konularla ilişkilidir. Spesifik bir makale, veri analizi ya da politika özetini tanımlamak için kullanılan farklı yaksımlar vardır. Hangi tanımın kullanıldığını ve hangi analizin mümkün olduğunu anlamak zorunludur. Bu blogda yayınlanan makalenin bazı detayları özetlenerek aktarılmıştır. Sıklıkla kullanılın bir tanım Birleşmiş Milletlerin yönergelerini izleyen Çevresel Mal ve ve Hizmetler Sektörü tanımıdır. Bu, yenilenebilir enerji üretiminden atıkların uzaklaştırılmasına ve geri dönüştürülmesine, biyolojik çeşitliliğin ve peyzajların korunmasına kadar çok çeşitli faaliyetleri kapsar. The ONS ayrıca düşük karbon ve yenilenebilir enerji ekonomisi (LCREE) anketini yürütür ve yayımlar. Düşük karbonya daa yenilenebilir enerji ile ilgili eleman istihdamı yapan isletmeleri ve kurumları da tahmin eder. Bunu takip etmek için 17 farklı kategori kullanır, örnek olarak, düşük emisyonlu araçlar, verimli enerji kullanan ürünler, rüzgar ya da güneş panelleri gibi...



Farabi: Mutluluğun Kazanılması

Farabi İslam tarihinin en büyük filozofu olarak görülür. Felsefeciler Aristo'ya başöğretmen, Farabi'ye ikinci öğretmen sıfatını vermişler. Serçe parmağı kalınlığındaki bu eserini hazmetmek için efor sarf etmek gerekiyor.

Filozofa göre mutluluğun kaynağı kanun koyan kişidir. Her canlının bir doğası vardır. İnsanın da kendisine özgü doğası vardır ve  tabiatı gereği kanun koymak ister. Her şeyi bir yasa çerçevesinde halletmek ister. Yasalar olmaz ise insanlar sürekli belirsizlik içinde yaşar. Belirsizlik ise mutluluğun baş düşmandır. Nomos yani namus olmazsa olmazdır.



 Öyleyse kanun koyucu veya yöneticinin kim olacağı mühimdir. Farabi ye göre yönetim mutlak monarşi olmalı ve yönetici ise filozof olmalıdır. Gerçek bir filozof nefsani arzulardan uzak olduğu için ömür boyunca toplumun faydasına hizmet eder!

İbn-i Rüşd: İlim Anavatanımızdır, Cehalet İse Yabancı Bir Yer

Farabi'den sonra en büyük mantıkcı olan Rüşt'ü okuyanlar satır aralarında daha önce üzerine düşündüğü fakat çözüm getiremediği felsefesi keşmekeşlerin çözüldüğünü hissedecekler.



Aristotelesi şerh eden ve literatüre yorumcu sıfatıyla giren Rüşt'e göre insanların tek dayanağı ilim ve uygulamalı bilimler olmalıdır. İslam tarihinde hatırı sayılır bir konumu olan İbn-i Arabi'ye göre "arifin dini olmaz" Burada dini olmaz ifadesinin doğmaları olmaz şekilde anlaşılması gerektiğini belirtiyor bir çoğu. Peki dini ve milli duyguları gıdıklanmayan biri kendisini nasıl ifade edecek hangi irrasyonel kütüğe yaslayacak sırtını. Taraf olmayınca bertaraf olmayacak mı!

Ya da kimlik sorunsalı nedir? İnsanların hüviyeti ve bedenden ayrı bir parça olarak ya da bütün da olarak kabul edilen tözün bireyin aitlik hissiyatına etkisi nasıldır? Bütün problemler nasıl çözüme kavuşacak allahım !!

Bu meselleri çoğaltarak inceler rüşt ve ona göre söylenebilecek tek söz şudur: "ilim anavatanımızdır, cehalet ise yabancı bir yer"

Kıskançlık, İmrenme ve Haset Üzerine

Kavramlar duyguların yerini doldurur, dolayısıyla kavramlara yüklediğimiz anlamlar sayesinde hislerimizi ve davranışlarımızı ifade ederiz. Fakat çoğu zaman kavramları birbirine karıştırırız. Taşıdıkları anlamların mahiyetini idrak edemeyiz. Düşüncenin hakkını verenler kelimelere hakimdir. Yani kelime bilgin ne kadar geniş ve onlara yüklediğin anlamların farkındaysan düşüncelerini derleyip toplaman o kadar kolay olur.

Bir örnek üzerinden anlatmaya gidelim.
Kıskançlık, imrenme ve haset kavramlarını birbirinden yarıştıralım. Bu kelimelerin taşıdıkları anlamlara göre yerli yerine koyalım. Kıskançlığı öfke duygusunun alt başlığı altında değerlendiriyorum. Stoacılara göre insanın 3 temel özelliği vardır; arzu, öfke ve düşünce. Arzu ve öfke hayvanlarla olan ortak noktamızdır, düşünce ise Tanrı ile olan ortak noktamızdır. İnsan bir şeyi önce arzular bazı yolları izleyerek onu elde eder. Diğer canlılarda olduğu gibi. Örneğin bir köpek doğadan biseyler avladı ve yeme başladı. Burada köpeğin avlanmak istemesi bir azudur. Avını yakaladıktan sonra yemeğine başka bir köpek ortak olmak isterse ona hırlamaya başlar ve kendisinden uzaklaştırır. Burada köpeğin hırlaması kıskançlık örneğidir. Kendisinin elde ettiği avı yine kedisi yemek ister başkasının buna ortak olmasına asla izin vermez. Bundan dolayı kıskançlığı öfke duygusunun altında inceledim. İnsanı bir düşüncedir fakat düşünceyle yani tanrısallıkla alakası yoktur. Bilgece değildir.




























İmrenme ise başkasında olanda gözünün olmaması fakat birinde gördüğün bir zenginliği istemedir. Bisikleti olmayan bir çocuğun arkadaşının bisikletini gördükçe içinden bir bisiklet arzusu kurmasıdır. Yani imrenme de başkasının olanında gözün yoktur. Sadece başkasında gördüğün zenginlik gibi bir zenginlik isteme vardır. Bu arzuda insanidir ve diğer canlılarla ortak özelliğimizdir. Düşünce ile kesişim noktası yoktur.

Haset ise bu ikisinin ötesindedir. Sağlıklı bir canlı gösteremeyeceği bir davranıştır. Kıskançlıkta arzularsın, elde edersin ve senin olanı başkasıyla paylaşmazsın. Normal karşılanabilinir. Haset ise şu vardır: sende yok diye başkasında da olmamasını istersin. Herhangi bir eksiklik durumunda arzulayıp sonra kazanmak yerine onda da olmasın dersin. Şöyle bir hikaye anlatılır. Adamın biri her gece Allah'a dua edermiş. "Allahım bir isteğim var kabul et" diye. O kadar çok  ısrarcı olmuş ki Allah "tamam kendin için istediğin şeyin iki katını komşuna vererek duanı kabul edecem demiş. " Haset dolu adam"benim bir gözümü komşumun iki gözünü çıkar" demiş.

Günlük hayatta üzerine pek düşünmediğimiz bu üç kavramın taşıdığı anlam aslında ne kadarda faklı.

Entropi Nedir

Evrendeki her şeyin neden bozulma eğilimi gösterdiğini hiç düşündün mü?


Bardaktaki çayın soğuması, soğuk içeceklerin ısınması, yere düşen bir cismin kırılması/yamulması, gömleğinin düğmesinin düşmesi, pantolonun yırtılması, çorabının yırtılması, aşkının yok olması, işlerinin kötü gitmesi, koparılan bir çiçeğin kuruması, canlıların ölmesi, ölenlerin çürümesi, havaya üflediğin sigara dumanının dağılması gibi bir çok düzenden düzensizliğe giden örnek gösterilebilir. 



Bunların tersi ise çok nadir olarak karşımıza çıkar, evrendeki her şeyin düzeni bozulma eğilimi gösterir. Bunun sebebi ise Entropidir. Bu yasaya göre enerji merkezden kaçma eğilimi gösterir ve hiçliğe doğru yol tutmak ister. Bundan dolayıdır ki evrende düzensizlik giderek artmaktadır. 

Bir düzensizlik ölçüsü olarak entropi yasasına göre bir gün evrendeki her şeyin enerjisi sabitlenecektir. Sabitlenmeden kasıt eşit olarak dağılmasıdır. Şöyle; biriyle elele tutuştun, senin elin soğuk onun ikisi ise sıcak. Senin elin onunki ile temas ettiği sürece onun sıcaklığı düşer, seninki ise artar. İkinizin el sıcaklığı sıcaklığı eşitlendiğinde ısı alışverişi durur. Bu dengeyi bulma eğiliminden dolayı evrendeki her şey bozulma ya da dengeyi bulma eğilimi gösterir. 


Buna kısmen olsa da karşı koymak, en azından yavaşlatmak mümkündür. Sağlıklı beslenirsen daha uzun yaşarsın. Bilim geliştikçe ortalama yaşam süresi uzar. Pantolonlarını makineye ters atarsan daha az yıpranır ve uzun süre kullanabilirsin. Odanı toplarsan düzensizlik azalır. Akşam uymadan önce dişlerini fırçalarsan çürüme eğilimi azalır. 

Fakat bir gün entropi galip gelecek. Her şey nalları dikecek.

Kırmızı Saçlı Kadın

Orhan Pamuk eserleri genel itibariyle tartışmalıdır. Bazıları çok sever bazıları ise sapkın bir yazar olduğunu, bu memlekete söyleyecek bir sözünün olmadığını söyler. Kitaplarında entrikalar görünüyor genellikle.

Yazarın en çok beğendiğim yönü merak uyandırıcı olması, acaba devamında ne olacak hissiyatı uyandırması. Bu duyguyla harmanlanmış işlerin başarılı olduğunu hepimiz görüyoruz. Kimse bildiği şeyi okumak istemez. Bizi heycanlandıran gizem ve öfkedir. Gizem ise ancak kırmızı saçlı bir kadında olur. Çünkü sıradan değildir. Bize ve komşumuza benzemiyor. Bu bilinmezlik ve tahminsizlik bize sosyal hayatta hem endişe verir hemde olayları eşeleme, keşfetme dürtüsü uyandırır.




Kırmızı saçlı kadın hikâyesi ilk görüşte 16 yaşındaki delikanlının kendisinden yaşça büyük (33) bir kadınla (Gülcihan - Kırmızı Saçlı Kadın) yaşadığı bir  ensest bir hikaye anlatıyor gibi görünse de romanın ilerleyen bölümlerinde bu ilişkiyi Yunan ve Doğu'nun mitolojik şablonlarıyla iç içe geçip baba-oğul çatışması, modernite, özgürlük ve en önemlisi "penisi" yok etme mücadelesi temasını irdeliyor.

Psikanalizin kurucusu Freud her erkeğin içinde babasını öldürme eğilimi gösterdiğini, en azından derinlerde böyle bir dürtünün olduğunu ifade ediyor ( Tartışmalı bir konu)  Yunan tragedyasında önemli bir yazar olan Sophokles'in Kral Oidipus hikayesine göre Oidipus henüz doğmamışken babası kahine gider ve kehanet gereği doğacak oğlu kendisini öldürüp karısıyla ( annesiyle) evleneceğini öğrenir. Kahinin bu söylediklerinden dolayı tüyleri ürperen baba kral (laios) oğlunu doğar doğmaz başka bir krala evlatlık olarak verir.






Aradan geçen uzun sürenin ardından Oidipus gerçek babasının kim olduğunu bilmeden krallık yapar. Oidipus bir gün müneccime gider ve ileride babasını öldürüp annesiyle evleneceğini öğrenir. Kanı çekilen kral Oidipus bu kehanetin gerçekleşmemesi için yaşadığı krallığı terk eder ve gerçek babasının hüküm sürdüğü topraklara gelir. Oidipus'un yeni krallıkta liderlik özeliği ön plana çıkar ve bir kavga sırasında gerçek babasını öldürüp karısıyla ( gerçek annesiyle)  evlenir, ardından Kral olarak tahta geçer.

Böylece kehanet gerçekleşir ve Oidipus gerçek babasını öldürüp annesiyle evleniyor. Burada oğul baba katili olmaktan kurtulamıyor. Kaderine mahkum oluyor, babasının ve kendisinin kaçmak istediği vahim olay başlarına geliyor. Burada kader ve özgür irade üzerine sabahlara kadar tartışılabilecek malzeme var.

Diğer bir yandan Firdevsi'nin ele almış olduğu 60 bin beyitlik Şehname'de anlatılan Rüstem ve Sührab hikayesinde baba Rüstem İran'ın en büyük savaşçısıdır. Bir gün avdayken atını kaybeder ve kayıp atının ardından iz sürmeye koyulur. Atını ararken düşman ülkenin hudutları içinde bulur kendisini. Rakip ülkenin kralı onu tanımış ve misafirperver davranış sergileyip Rüstem'i sarayda misafir eder. Kralın kız kardeşi Rüstem'e aşık olur, bir gecelik bir ilişki yaşanır.


Düşman ülkede bir gece konakladıktan sonra evine dönen Rüstem yıllar sonra iki ülke arasında çıkan savaşa katılır. Kıran kırana geçen bir mücadelede Rüstem düşman ülkenin kralının kız kardeşinden olan oğlu Sührab'ı öldürür. Sührab'ın asıl amacı İran kralını öldürüp gerçek babası olduğunu bildiği Rüstem ile beraber ülkeyi yönetmek idi. Fakat savaş sırasında herkes zırhlı olduğu için babası Rüstem'i tanıyamaz ve babasına yenik düşer, Rüstem öz oğlu olan Sührab'ı öldürür.  Rüstem kaderine yenik düşer evlat katili oluverir.




Birinci hikâyede oğul baba katili olmaktan, ikinci hikâyede ise baba oğul katili olmaktan kaçamaz. Bu hikâyenin ikisini bir arada bulunduran Osmanlı Devleti'nde de mevcuttur. Malumunuz üzere Fatih Sultan Mehmet ile beraber devletin bekası için kardeş katili olmak caizdir fetvası verilir. Bir çokları kardeş ve oğul katili olmuştur bu yüzden.
Bu devranın devam etmesi için herkes öyle ya da böyle kaderine mahkûm olmuştur.



Gelelim kitaba 
Hikayenin baş karakteri Cem. Hikâye, Cem'in babasının siyasi olaylar ile ilgilenmesi ve en sonunda ahlaklı devrimci rolünden sıkılıp evi terk etmesiyle start veriyor. Cem okumak ve iyi yazar olmak istiyor, bunun iyi bir dershaneye gitmesi ve üniversiteyi kazanmalıdır. Babası evi terk ettiği için dershane parasını kendisi kazanmak zorunda. Annesinin ilk etapta karşı çıkmasına rağmen yevmiyesinin yüksek olması ve kısa sürede dershane parasını kazanacağını için kuyucu çırağı olarak kolları sıvadı.

İstanbul'da bir banliyöda kuyucu çırağı olarak çalışmaya başladı ve bütün hayatına tesir altında alacak bir aylık bir çalışma süreci geçirdi. Burada ustasını kısa sürede benimsemekle beraber onu bir baba olarak görüyor ve tabi  doğal olarak içinde ona karşı derin bir nefret büyütüyor. Kazı malzemeleri almak, eksikleri gidermek için çarşıya indiğinde Kırmızı Saçlı Kadını görüp aurasından etkilenir. Sıra dışı, şefkatli ve aynı zamanda çok güzel bu yetişkin kadın genç delikanlıyı etkilemektedir. Cem akşamları çoğu zaman Gülcihan'ı görmek için çarşıya iniyor ve tiyatro çadırında, evinin önünde onu görmek için bekliyor.

Bir aylık bir süreçte Gülcihan ve Cem arasında bir gecelik bir ilişki yaşanır. Ertesi gün Cem kuyunun dibinde kazı çalışması yapan ustasının üzerine harfiyat dolu kovayı düşürür. Ustasının öldüğüne kanaat getirip ilk tren seferiyle orayı terk etti. Yolculuk boyunca karmaşık duygulara daldı. istanbul'a indiğinde polisin gelip kendisini tutuklayacağından emindi. Bir tavşan ürkekliğinde yaşamaya başladı. 


Aradan geçen bir kaç ayın ardından daha cesaretli davranıyor sokakta polis görünce tedirgin olmuyordu. Dershanaye gitti ve üniversiteyi kazandı. Okulu bitirdikten sonra "Sührab" adında bir inşaat şirketi kurdu ve ünlü bir işinsanı oldu. 

Yıllar geçmesine rağmen ustasını unutamamıştı. Acaba öldü mü? sorusu zihnini sürekli olarak işgal ediyor, " yok canım ölseydi polis peşime düşerdi" düşüncesi onu rahatlatıyordu. 

Aradan geçen uzun sürenin ardından katil olduğunu düşünerek kaçtığı kasabaya iş adamı olarak gidecek ve ucuza arsalar almak zorunda kalacaktı. Kader tekrar onu oraya çekmişti. Ürkek ve karmaşık duygularla gitti kasabaya. Önceden kendisini ikna ettiği üzere renk vermeyecek, normal bir işinsanı olarak davranacaktı.

Fakat onu buraya kadar getiren kader gerçeklerle yüzleşmesinden başka yol bırakmadı. Kırmızı saçlı kadından bir çocuğu olduğunu öğrenen Cem burada evine bir daha dönemeyecekti. Çünkü kimlik bunalımı yaşayan oğlu Cem'i öldürecekti. Yani Cem yıllar önce kırmızı saçlı kadınla yaşadığı bir gecelik ilişkiden çocuk sahibi olmuş ve kaçtığı, yıllar sonra geri geldiği kasabada oğlu tarafından öldürülecekti. 

Biraz Oidipus, biraz şehname, biraz kader

Ağlamak Nedir? Neden Ağlarız?

Homo Saphies olarak ifade edilen canlının, yanı bizlerin çok kompleks varlıklar olduğumuzu en büyük belirtilerinden biri de ağlamak eylemidir. Diğer canlılarda pek görülmeyen bu davranış ve tutumun anlamı nedir? İnsan neden ağlar? Bunun kökeni nedir?



Gözlerimizden boncuk boncuk akıp yanağımızı yalayıp yere düşen gözyaşı yerine, zamanına ve mahiyetine göre farklı anlamlar taşır.

Ağlama Türleri

1) Bebeklerde Ağlama


Bebekler doğar doğmaz ağlamayı deneyimler. Burada ki ağlamanın sebebi oksijenden kaynaklanan acıdır. İnsan doğarken ağlar. Cem Karaca'nın seslendirdiği Bu son olsun adlı eseri aklıma geldi. Onu da bonus olarak ekliyorum şuraya;



Bebeklerde ağlamanın dikkatleri üzerine çekme gibi bir amaçı vardır. Ağlayan bebek ebeveynlerinin kendisiyle ilgilenmesini sağlar ve böylelikle hayatta kalma olasılığını artırmış olur. Karnı açıktığında da ağlar ve ebeveynlerinin yiyecek bulması için zorlar. Aniden annesini yanında göremeyen çocuk istemsiz olarak ağlamaya başlar ve annesinin kendisini bulmasına yardımcı olur. Annesi bulamasa dahi çevredeki insanların dikkatini çeker, böylelikle kendisini güvence altına almış olur.

2) Evrimsel Kökenli Ağlama ( Gözleri Nemlendirme)

İnsan denilen canlının bugüne ulaşması milyonlarca yıl almış ve bir çok badire atlatmışız. Bir basit amipten organize olabilen canlıya geçebilmenin bazı aşamaları, evrimsel ara formları olmuştur. (Zaten bildiğiniz şeyler) Karadaki bütün yaşamın atası denizdeki canlılardır. Yaşam ilk etapta suda vücut buldu. Ardından su canlıları karada yaşamaya doğru bir eğilim gösterdi ve evrim karada devam etti. Milyonlarca yıl içerisinde şuan da gözle gördüğümüz ekolojik sistem oluştu.

Atalarımız suda yaşarken gözlerini nemli tutma gibi bir amacı yok idi. Karada yaşamaya başladıktan sonra gözlerimizi nemlendirmek ve zararlı mikroorganizmalardan korunmak için göz yaşı salgılamaya ihtiyaç duyduk. Bundan ötürü gün içerisinde farkına varmadan gözlerimizi kırpar ve gözlerimizi nemlendiririz.

3) Duygusal Ağlama


Diğer canlıların hiçbirinde görülmeyen davranıştır duygusal ağlama. Duygusal olarak gözyaşı dökmenin de bir çok çeşidi sayılabilir. Çok sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde istemsiz olarak ağlamaya başlarız. Sevgilimizden ayrıldığımızda ağlarız. Boşandığımızda ağlarız. Anne / Baba olduğumuzda ağlarız.

Bu davranışların elbette romantik bir yönü vardır; fakat asıl amaç üzerimizdeki baskıyı azaltmaktadır. Ağlayan insan rahatlar ve içi açılır. Yeterince ağlama eylemini yapamayan insanlar ise stresi çok yoğun hisseder ve katılaşır.

Ağlamak her toplumda hoş karşılanmaz. Şuan içinde yaşadığımız toplumda ağlamak sıradan bir davranışmış gibi algılanmaz. Ağlayan kişi yenik ve zayıf düşmüştür olarak algılanır ve hemen yardım etmeye çalışırız. Bu perspektiften ve hormonsal sebeplerden dolayı  erkekler pek fazla ağlamaz. En azından herkesin içinde ağlamaz.

Orhan Veli Kanık;

Ayrılış

Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.



Ağlamak her zaman negatif anlamlar taşımaz. Hali hazırda winner olan liderlerin ağlaması kariyer yolculuğunda avantaj sağlayabiliyor. Dirençler büyük ölçüde zayıflıyor.

Yada hararetli bir tartışma anında bazen ağlayabiliyoruz. Genellikle kadınlar ağlıyor. Ağlama olduğunda tartışmayı bitirme eğilimi görülür ve ağlayan kadına/erkeğe haksız olsa dahi haklılık payı verilir. Tamam senin gibi olsun deme eğilimi çok yüksektir.



4) Cimbom Ağlaması :)

Bir de sıklıkla karşılaşılan ve artık bir sendrom halini alan Galatasaray ağlaması var. Bu klinik bir vaka  :))) 🤣🤣



Derdim Bana Derman imiş


Kendini arayanların ve hiç soru sormamışların toplamıdır hayat. Bedenine giren bir garip canı anlamaya çalışan ile sadece yaşayanların arasındaki fark ölü ile diri arasındaki fark kadar keskindir.

Niyazi Mısri'nin şu kısacık ve bir o kadar derin olan mısrası bazıları için ariflik göstergesidir.

Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Bürhan arardım aslıma
Aslım bana bürhan imiş

Ödev ve Ahlak

Ödev ve Ahlak

Ahlakın temeli nedir? Birey neden ahlaklı olmak zorundadır? Ahlaklı olup olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Bu sorular uzadıya gidebilir.

Ahlak anlayışı genellikle benzerdir toplumlarda. Kural koyucu ve koşulsuz itimat edilmesi gerekir. Bu normatif ve caydırıcı perspektifin lehte ve aleyhte sonuçları olabilir. Örneğin: ?? (Aklıma örnek gelmedi, siz bulursunuz)

Kant'ın ödev ahlakı da bir davranışın ahlaklı olması için akla dayanması ve duygulardan arındırılmış olması gerekmektedir. Yani sırf birine acıdığınız için birine yardım ederseniz bu ahlâkî bir davranış olmaz. Bir ödev bilinciyle hareket etmeliyiz ve aklımızla o kişiye yardımcı olmalıyız.

Ödev ahlakı da kesinlikle yalana yer yoktur. Birinin hayatını kurtaracak olsa bile yalan söz söylemek ahlaksızlıktır. Çünkü Kant evrensel bir ahlak anlayışının peşindedir. Herkes pembe yalanlara ihtiyaç duyarsa dünyanın hali nice olur.


Ben, Spinoza ve Determinizm

Ben, Spinoza ve Determinizm

Düşünün biraz elinizde bir kalem var ve kalemi biraz kuvvet uygulayarak aşağıdan yukarı doğru atıyorsunuz. Kalem elinizden tekrar geri dönmek üzere havalanıyor. Havalanırken nasıl oldu da bir kalem olduğunu ya da nasıl havalandığını hiç düşünmez. Öylece havalanır. Etrafı kolaçan eder ve optimum yüksekliğe erişir. Artık en yukarıdadir kalem. Herşeyi elde etmiştir, herkese ve herşeye karşı kibir doludur. Tepeden bakmayı öğrenmiş ve hep öyle olacakmış gibi zan eder.

Fakat o da ne! Yavaş yavaş aşağıya iniyormuş gibi hisseder. İlk etapta bir yanılgıymıs gibi düşünür. Aksini düşünmek dahi istemez. Ne yazıktır ki yükseldiği gibi alcalmaya başlıyor. İnme aşaması daha hızlıymış gibi histtemeye başladı ve ebedi yokluğa doğru indiğini anladı. Ahlar, vahlar çare olmadı. Pişmanlıkları geldi aklına. Niezthce'nin dediği gibi "pişmanlık bir köpeğin taşı ısırması gibidir"

Ve kalem bir taş ısırdı (ısırtırıldı) ardından elize geri geldi. Bu yükselme ve alçalma kimine göre 50 yıl kimine 80 yıl gibi gelir. Bazılarının katında ise 50 bin yıl gibidir.


Anlamın Anlamı

Anlamın Anlamı


İnsan var olduğu sürece hep bir anlam aramıştır. Kim olduğunu ve nasıl var olduğunu sorgulamlamıştır.

Bu anlam arayışında büyük medeniyetler inşaa etmiş ve kutsal atıflarda bulunmuştur. Kimisi kendisini bilime, kimisi sanatta, sevdaya, kimisi devrime, kimisi hiçliğe kimiside ahirete adamıştır varlığını.

Kuramcı olan Ogden ve Richards anlamın anlamını sorguluyor ve anlamın bir anlamı var mı diyorlar. Anlamın aslında ne olduğunu bilmek istiyorlar.

*Anlam içsel bir özelliktir
*Anlam özdür
*Anlam herhangi bir şeyin yarattığı duygudur.
*Anlam, herhangi bir şeyin satır arasındaki yeridir.
*Anlam simgeyi kullamanın gerçekte belirttiği şeydir.
*Bir simgeyi kullamanın belirtmek zorunda olduğu şeydir.
       ........

Nietzsche göre ise de insanların sadece iki temel problemi vardır. Anlam ve adalet. Anlamı bulmak için sanatı  icat ettik. Adalet içinse hukuk kuralları koyduk; Lakin insanlık ne anlam kazandı, ne de adaletle erişebildi.

Dünya'nın Sonu: Armageddon Savaşı

Bir çok inançta bir gün mutlaka Dünya'nın, yaşamın sonu olacağı inanci vardır. Her inanç kendi perspektif  ile açıklamıştır bunu, bir son ve kiyamet olacağı için aşağı yukarı hepsi bir birine benziyor.






Armageddon Tevrat ve İncil de bahsedilen onlarca hikayelerden bir tanesidir. Bu hikayeye göre, Tanrı onlarca kez elçiler göndermesine, öğütlerde bulunmasına rağmen arlanmaz insanlar, oralı olmuyorlar. Kibirlerine, hırslarına yenik düşüyorlar ve Dünya'ya kötülük getiriyorlar. Hikayeye göre Deccal denilen bir mahluk ortaya çıkıp binlerce, milyonlarca insanı arkasına takıp kötülük yapacak herkese. Bunu gören Tanrı çok hüzünlenip ve hiddetlenecektir. Çözüm olarak Mesih'i Dünyaya gönderecektir. Meleklerden oluşan binlerce kişilik ordu ile yeryüzüne inecek ve Deccal ile savaşacak.

Mesih'in amacı iyilik, Decallin ise kötülüktür. Arkasına melekleri de alan Mesih Deccali yok eder. Bu fansattik savaşın adı Armageddon savaşıdır.

Mesih yeryüzünde tanrının krallığını kurar ve bütün insanlar kısa bir süre mutlu yaşar. Ardından müthiş bir uğultu ile kıyamet kopar ve herkes ölür. Yeniden dirilmeyle beraber herkes maşherde Tanrı'nın huzurunda divan duracak, defterler açılacak iyiler cennetin, kötüler ise haşlanmanın tadını çikaracak....

Kırık Camlar Teorisi



Kırık camlar teorisi (Broken Windows Theory), bir suç psikoloğu olan Zimbardo tarafından yazılan, kentsel düzenin sağlanması ve anti-sosyal davranışların nasıl minimize edilmesi gerektiğini anlatan bilimsel çalışmadır. 















İlginç ve haklılık payı olan bir çalışma doğrusu. Okurken Foucault ve Nizamülmülk'den de bazı yaklaşımlar da aklımda canlandı. Biraz da oraya kayarız.

Kırık camlar teorisinin iddiası şöyle; bir-iki camı kırk bir ev düşünün, bu evin camları kırık olduğu için insanlar belirli bir zaman sonra o evin sahipsiz olduğunu düşünmeye başlayacak ve bir taş alıp da cam kırarsa kendisine bir zarar gelmeyeceğini düşünür ve yerden bir taş alıp camı kırar, onun taş attığını gören insanlarda taş alıp camlara atmaya başlar,  zamanla  bütün camları kırarlar. Bu ev giderek harabeye dönmeye başlayacak ve madde bağımlı insanların meskeni olacaktır. Böylelikle sosyal düzen bozulacak ve kimse kurallara saygı göstermeyecektir.

Bu evi toplum olarak düşünün, toplumun böyle kırık camları olduğunda onarılmaz ve kırık cam sayısını artırmak isteyenlere müdahale etmezse asayiş berkemal olamayacaktır doğal olarak.















Bir başka örnek olarak daha önce çöp atılmayan bir noktaya  araştırmacılar  tarafından çöp atılmaya başlanmış; kısa süre sonra insanlar bu durumu kanıksamış ve çöplerini normalde oraya atmayan insanlar tarafından çöp bırakılmış.

Böyle bir davranış sergilememizin asıl nedeni bize hoop! ne yapıyorsun diyen kimse olmaması ve davranışın toplumda legalmış gibi ifa edilmesidir. Kırıl camlar teorisinden yola çıkarak Nazilerin Yahudi katliamı da açıklayabiliriz belki, bir Yahudiyi kırk cam gibi düşünürsek daha açıklayıcı olabilir.  Bir Alman yerden taş alıp bir yahudiye şaka yaşarmışcasına atar ve şaka yaptım canım! der. Sonra bir taş daha alıp daha sert atar ve adamın kafasını kırar ve bu davranışından dolayı herhangi bir yaptırım uygulanmaz ve ceza almaz. Bunu gören toplum aaa! demek ki bir yahudinin kafasını kırmak suç değil der ve bunu herkes yapmaya başlar ve insan kıyımı başlar.

Ya da savaş esnasında askerlerin ahlaksız davranışlar sergilemesinde hiç bir kaygı taşımaması gibi. Düşmanın kadınları ve malları size ananızın ak sütü günü helaldir. Erkek çocukları alıp asker, kadınlarını cariye ya da genelev işçisi yapmanızda hiç bir sakınca yoktur. Sebebi ise camı kırık olan evdir.

Foucault ve Nizamülmülk'e de sonra değiniriz artık 300 sözcükten sonrası okunmuyor malum. Boşa gitmesin caanım bilgiler. Görüşmek üzere....

Ahmed Arif: Ya Herro Ya Merro

Ahmed Arif 33 kurşun şiirini yazdıktan sonra hayatı değişir. Tabi tahmin edebileceğiniz üzerine olumlu bir değişim olmamıştır bu, artık  o da potansiyel bir vatan hanidir. Bir- iki defa tutuklanır ve çok ağır işkencelerden geçirilir.



Son tutuklandığında ve askerler tarafından hücresine götürüldüğünde bir bakmış duvarda "to be or not be" yazıyor. Bunu 19 dilde yazmışlar alt alta nizami olarak. Arif kendi kendine "buraya birde Türkçesini eklemek gerekiyor" demiş ve 19 tane alt alta yazılan to be or not to be'nin altına bir toplama sembolü çizmiş ve Ya Herro Ya Merro yazmış.
Ahmet Arif- 33 Kurşun

Ahmet Arif- 33 Kurşun


   Bu dağ Mengene dağıdır
   Tanyeri atanda Van'da 
   Bu dağ Nemrut yavrusudur 
   Tanyeri atanda Nemruda karşı 
   Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur     
   Bir yanın seccade Acem mülküdür 
   Doruklarda buzulların salkımı
   Firari guvercinler su başlarında 
   Ve karaca sürüsü, 
   Keklik takımı...
   
   Yiğitlik inkar gelinmez 
   Tek'e - tek döğüşte yenilmediler 
   Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
   Gel haberi nerden verek 
   Turna sürüsü değil bu 
   Gökte yıldız burcu değil 
   Otuzüç kurşunlu yürek 
   Otuzuç kan pınarı 
   Akmaz, 
   Göl olmuş bu dağda... 

   Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı 
   Sırtı alaçakır 
   Karnı sütbeyaz
   Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı 
   Yüreği ağzında öyle zavallı 
   Tövbeye getirir insanı 
   Tenhaydı, tenhaydı vakitler 
   Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
   
   Baktı otuzüçten biri 
   Karnında açlığın ağır boşluğu 
   Saç, sakal bir karış 
   Yakasında bit, 
   Baktı kolları vurulu, 
   Cehennem yürekli bir yiğit, 
   Bir garip tavşana, 
   Bir gerilere. 

   Düştü nazlı filintası aklına, 
   Yastığı altında küsmüş, 
   Düştü, Harran ovasından getirdiği tay 
   Perçemi mavi boncuklu, 
   Alnında akıtma 
   Üç topuğu ak, 
   Eşkini hovarda, kıvrak, 
   Doru, seglavi kısrağı. 
   Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, 
   Böyle arkasında bir soğuk namlu 
   Bulunmayaydı, 
   Sığınabilirdi yüceltilere... 
   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,      
   Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, 
   Yanan cıgaranın külünü, 
   Güneşlerde çatal kıvılcımlanan 
   Engereğin dilini, 
   İlk atımda uçuran 
   Usta elleri... 

   Bu gözler, bir kere bile faka basmadı 
   Çığ bekleyen boğazların kıyametini 
   Karlı, yumuşacık hıyanetini 
   Uçurumların, 
   Önceden bilen gözleri... 
   Çaresiz
   Vurulacaktı, 
   Buyruk kesindi, 
   Gayrı gözlerini kör sürüngenler 
   Yüreğini leş kuşları yesindi...

   Vurulmuşum 
   Dağların kuytuluk bir boğazında 
   Vakitlerden bir sabah namazında 
   Yatarım         
   Kanlı, upuzun... 

   Vurulmuşum 
   Düşüm, gecelerden kara 
   Bir hayra yoranım çıkmaz 
   Canım alırlar ecelsiz 
   Sığdıramam kitaplara 
   Şifre buyurmuş bir paşa 
   Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız 

   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 
   Ölüm buyruğunu uyguladılar, 
   Mavi dağ dumanını 
   ve uyur-uyanık seher yelini 
   Kanlara buladılar. 
   Sonra oracıkta tüfek çattılar 
   Koynumuzu usul-usul yoklayıp 
   Aradılar. 
   Didik-didik ettiler 
   Kirmanşah dokuması al kuşağımı 
   Tespihimi, tabakamı alıp gittiler 
   Hepsi de armağandı Acemelinden... 

   Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız 
   Karşıyaka köyleri, obalarıyla 
   Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, 
   Komşuyuz yaka yakaya 
   Birbirine karışır tavuklarımız 
   Bilmezlikten değil, 
   Fıkaralıktan 
   Pasaporta ısınmamış içimiz 
   Budur katlimize sebep suçumuz, 
   Gayrı eşkiyaya çıkar adımız 
   Kaçakçıya 
   Soyguncuya 
   Hayına... 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

  
 
   Vurun ulan, 
   Vurun, 
   Ben kolay ölmem. 
   Ocakta küllenmiş közüm, 
   Karnımda sözüm var 
   Haldan bilene. 
   Babam gözlerini verdi Urfa önünde 
   Üç de kardaşını 
   Üç nazlı selvi, 
   Ömrüne doymamış üç dağ parçası. 
   Burçlardan, tepelerden, minarelerden 
   Kirve, hısım, dağların çocukları 
   Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

   Bıyıkları yeni terlemiş daha 
   Benim küçük dayım Nazif 
   Yakışıklı, 
   Hafif,    
   İyi süvari 
   Vurun kardaş demiş
   Namus günüdür 
   Ve şaha kaldırmış atını. 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki...  


                                                         

33 Kurşun

Unutturulmak istendi belki ama olmadı bir utanç olarak tarihe geçti ve bu bloga konu oldu. Olmasaydı keşke denilen ne çok hadise varmış meğer. Bunlardan biride budur: 33 kurşun.

Sınır ötesine izin almadan çıkmış bir kaç gariban köylü, topraklarını ya da akrabalarını ziyaret için gitmişler. Ne işi var bunların sınır ötesinde ikide bir demiş biri. Otursunlar oturduğu yerde. Sınırlar harita üzerindedir, teoriktir bu kural oralarda; çünkü sınırın hemen ötesinde adamın tarlası, işi, aşı var. Bırakamaz orada öyle kimsesiz. Akrabaları var hemen karşı köyde; kilometrelerce öteden bir sınır çizmekle, pasaport sormakla olmuyor. Neyse konumuza dönelim. Kaçakçı denilmiş bunlara. Derhal tutuklasınlar emri gelmiş uzak yerlerden.



40 kişi gözaltına alındı ve bir miktar hışlandıktan sonra salı verindiler. Lakin canı kan isteyen bir adam var - adını yazmayacağım, çok mühim değil. Kötü bir insan çünkü.- "Nasıl serbest bırakırsınız siz bu vatan hainlerini, bunlar bizim askerlerimizin konuşunu düşmanlara bildirmektedir. Onlar en ağır cezaya çarptırılmalıdır. "



Van'da bir komisyon toplanır ve bu güzel insanlar çareyi bu 33 köylüyü öldürmede bulur ve "devlet için babamı dahi asarım" demiş "sakın ha!  kimse itiraz etmesin" demiş önceden, konuşanları kırbaçlamakla tehdit etmiş, susmuş böylece iyi yürekli insanlar.



Tarih 30 Temmuz 1943 Cuma, sabaha karşı iki müfreze tarafından elleri kolları sımsıkı bağlandı, öfke ile düğümler atıldı, atıldı. Gözleri sıvandı resmen. Cepleri, boyun cüzdanları didiklendi, işe yarar ne varsa aldılar; para, tespih, cüzdan, tütün...  İşaret silahını kaldırdı havaya ve bir an düşündü, bir an parmağı tetikte titrer gibi oldu lakin şeytana kandı ve işareti verdi. Saniyeler içinde yüzlerce mermi çıktı namlulardan, 33 insan patır patır yere düştü. Sıktılar, sıktılar, sıktılar. Sonra aradan zaman geçti ve  33 insanın ölüm emrini veren adamın ismi o insanların yaşadığı beldenin kışlasına verildi. Öfke ve nefret ekmek istense böyle yapılır galiba.



   33 Kurşun Şiiri/ Ahmed Arif


   Vurun ulan, 
   Vurun, 
   Ben kolay ölmem. 
   Ocakta küllenmiş közüm, 
   Karnımda sözüm var 
   Haldan bilene. 
   Babam gözlerini verdi Urfa önünde 
   Üç de kardaşını 
   Üç nazlı selvi, 
   Ömrüne doymamış üç dağ parçası. 
   Burçlardan, tepelerden, minarelerden 
   Kirve, hısım, dağların çocukları 
   Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

   Bıyıkları yeni terlemiş daha 
   Benim küçük dayım Nazif 
   Yakışıklı, 
   Hafif,    
   İyi süvari 
   Vurun kardaş demiş
   Namus günüdür 
   Ve şaha kaldırmış atını. 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki...  

(şiirin tamamı için tıklayınız)




Bonus--Cem Karaca 33 Kuşun



  

                                                       

Bilim için ölen kadın: Marie Curie

Marie Curie (1867-1934) yılları arasında nefes alan Polonyalı kimyager ve fizikçi bir bilim insanıdır. Genellikle radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalar ile tanınmış ve radyolojinin kurucusudur.

Varşovada yaşadığı ve eğitimine devam ettiği süre diliminde şehir Rus tahakkümü altında idi ve dönem şartları gereği kadınların üniversite eğitimi alması ve uygulamalı bilimlerde eğitim görmesi mümkün değildi. Tabi bu Marie'ye söker mi! Yaz tatilinde biraz para toplayıp hicret ediyor Varşova'dan. Ailesinin ekonomik ve sosyal statüleri fena değil saygı gören, kültürlü insanlar. Bir çatı katında kalarak hayatının en zor ve anımsadığında "vay be ne günlerdi" dediği günleri yaşıyordu.  1.5 yılda fizik diploması aldıktan sonra tekrar 1.5 yıllık zaman diliminde matematik diploması alıyor.











1903'de Nobel fizik ödülü ve 1911'de nobel kimya ödülünü almıştır. Bu ödülü iki defa alan ilk bilim insanı olmuştur ve bu unvana sahip tek kadın bilim insanı devam etmektedir. Yaptığı çalışmalar ile bir elementin başka bir elemente dönüşebileceğini  ispatladı ve simyacıların mezarında derin ohh çekmesini sağladı. Tabi şuna da değinmeden geçemeyeceğim.  bu kadar başarı maraz doğurmuş. Tamamı erkeklerden oluşan Fransız Bilimler Akademisinden oy birliğiyle uzaklaştırılıyor. Tabi tahmin edilebileceği üzerine namusuna da dil uzatmışlar. Özelikle eşini at arabası çarpmasından dolayı kaybetmesi onu etkilemiş ve zaman zaman buhranlar yaşamıştır. "Fark etmez tek başıma da devam ederim" demiş ve Paris Üniversitesinde Radyum enstitüsünü kurmuş ve yönetmiştir.



O zamanlar radyasyonun sağlığa bu denli zararlı olduğu bilinmiyordu ve Marei'nin temel çalışma alanı radyasyondu. Zaman içinde kemirmişti canını, sinmişti tüm hücrelerine, zayıf düştü sonunda canı. Kan kanseri tanısı konuldu, uzaklardan umut dolu bir haber gelmiş gibi gülümsedi ve inat ile çalışmaya devam etti. Mesleğinin canını çürütmesinden dolayı "bilim için ölen kadın" unvanı verilmiştir. Ne kadar çok çalıştığını vurgulamak için şunu belirteyim: not defteri ve kişisel eşyaları o kadar fazla radyasyona maruz kalmıştır ki direk temasa yasaklanmış ve kurşun kaplı bölmelerde sergilenmektedir.


Kader, Zeka ve Metrobüs üzerine

Kader, Zeka ve Metrobüs Üzerine

metrobüs ile ilgili görsel sonucu

"Toplu taşıtlarda nasıl oturabiliriz üzerine" bir iki ip ucu vermeyi düşündüm. Kader ve zekayı bu konuya dahil etmemin de farklı bir boyut olarak katkı sağlayacağını düşündüm. Nasıl mı?

Geçenlerde yine metrobüs tıklım tıklımdı;  ben ise yine nasıl oturupta bir iki dakika kitap okuya bilirim diye düşündüm ve her zaman ki uyguladığım taktiği uyguladım. Taktiği anlatmadan önce metrobüsün tıklım tıklım olmasını "kader" olarak ele aldım. Balık istifi gibi duran insanların kıpırdayacak hali yok. Herkes bu durumdan şikayetçi ve söyleniyor. "Ne var yani bir otobüs daha olsaydı" diyorlar. Hep şikayet, hep dırdır. Bu negatif durumu kader ile ilişkilendirdim nedense. Aslında hayatımızda öyle değil mi? Yaptığımız her şey ters gitmek zorundaymış gibi. Murphy kanunları gibi hayatımız. Allah rızası için hiç rast gitmez. Bu işin kader kısmı. Umarım anlatabilmişimdir.


İlgili resim
Şimdi ise işin zeka kısmına geldik. Evet her gün olumsuzluklar ile karşılaşıyoruz ve moralimiz bozuluyor. "Neden istediğim hiçbir şey olmuyor" diye isyan ediyoruz. Son zaman da bu anlayış bende yok oldu ve kendimce uyguladığım bir metodolojiyi ile bunun üstesinden gelmeye başladım. İstemek kültürü hepimizin içine sinmiş, hücrelerimize kadar inmiş namısız. Anne, baba, abi, abla ve Allah dahil olmak üzere herkesten sürekli bir şeyler bekliyoruz. "Allah'ım bana bir bardak su ver" derseniz size su falan gelmeyecektir. Anneniz de yoksa yanınızda suyu kendiniz içmek zorunda kalırsınız. İşte toplu taşıtlarda oturabilmenin de yolu buradan geçiyor. İstençler ve şikayetlerimiz hiçbir anlam taşımıyor. Oturmak için farklı düşünmelisin ayaktakilerden. Bırak onlar ayakta dursun :)

Belirli sayıda koltuk var ve bu koltukta oturanlar illaki kalkacaktır. Burada mühim olan en çabuk kalkacak kişi bulmak ve en ineceğiniz durağa kadar oturarak gidebilmek. Kapıda önünde durmak faydalı olmayacaktır. Nerede durmak gerekir. Öncelikle oturanları şöyle bir analiz edin, hangisi kalkacak gibi duruyor. Karar verin. Ben karar verirken; sürekli durak listesine bakan bir kişi buluyorum önce. Sürekli durak panosuna bakan kişi muhtemelen yakında kalkacaktır. Onun dışında koltuğa yayılıp yayılmadığına bakıyorum; beli dikse yani yaslanmamışsa kalkma olasılığı artıyor. Daha sonra gidip o koltuğun önünde bekliyorum. Ve 2 durak sonra o oturan şahıs kalkıyor. Keyifle oturabilirsiniz. Yemek tarifi gibi oldu :)

!!! Hem durak listesine bakan hemde beli dik oturanlar hedef kitlemiz.


metrobüste oturmak ile ilgili görsel sonucu

"Keyifle oturabilirsiniz" demiştim ya yok öyle olmuyor o iş ciğerim, oturamıyorsun. İki dakika sonra araca bir teyze yada amca biniyor. Gelip senin yanında "kalk evladım kalk" dercesine gözünün içine bakıyor. Uyuyor numarası yapsan olmuyor gözlerini başka yere çevirsen yine olmuyor. İki ayağıda çukurda olan adam ayakta bekliyor. Etraftaki kızgın öküzler de tip tip sana bakıyor. İktidar korkusu mu ne! içine sinmiyor ve o yaşlı amca/teyze ye yer veriyorsun. Ne oldu şimdi gitti koltuk. O kadar mücadele ver koltuk gitsin. İşte biraz paranoyak olup bunu da önceden düşünürsen elbette çözümü var: yaşlıların bir çoğu ters oturamıyor. ahaa alsana çözüm o zaman pusuda bekleyeceğin koltuk için aranan nitelikler;

1- sürekli durak listesine bakan biri
2-Koltuğa yaslanmak yerine beli dik olan biri
3- bu iki kritere uyan ters bir koltuk

İşlem tamdır. Oturma ihtimaliniz yüksek, bir ihtiyar tarafından rahatsız edilme ihtimaliniz ise çok düşük. Hele bir de cam kenarına oturmuşsanız gazanız mübarek olsun.

Çözüm bulma metedolojim şöyle;( muhtemelen başkaları da bunu ifade etmiştir.)
Bunu soyutlayarak farklı alanlarda da kullanabilirsiniz.
  • Problemi tanımla
  • Problemi aşmak için çözüm(ler) bulmaya çalış.
  • Bulduğun çözümü uyguladığında sana aksilik çıkaracak durumlar neler olabilir.
  • Hedefe ulaştığında, ( oturdun)  bu çözümü lağvedebilecek durumlar nelerdir.(yaşlılar)
  • Lağvedebilecek kişilerle mücadele edemiyorsan çözüm kümenden onları çıkar. (ters koltuk)
  • Çözümü konsantre hale getir. (cam kenarı ters koltuk)

Deneyip geri-bildirim yaparsanız harika olur. Merak ediyorum sizde de olacak mı?
Cemal'den bir şiir

Cemal'den bir şiir

                             





                              ben senin;
                              sevgilin,
                              eşin,
                              baban,
                              ağabeyin,
                              arkadaşınım.
                              biri bitse biri kalır.
                              seni hiç bırakmayacağım.

                                     Cemal Süreya

Kürt Edebiyatında Meleye Ciziri







Molla Ahmed-i Cezirî veya Molla-yı Ceziri (1570-1640), 15. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı Kürt alim ve mutasavvıfı.Dindar bir ailede büyümüştür. Diyarbakır, Bingöl, Hasankeyf gibi farklı yerlerde eğitim alan alim, imamlık görevini Diyarbakır’da yapmıştır. 
Alimin en önemli eseri Divan’ıdır. Divan’ının birden çok elyazması nüshaları mevcuttur. 2007 yılında alimin Divan’ı Kent Yayınları tarafında Türkçe olarak yayınlandı.
Bediüzzaman Saidi Kurdinin İstanbul’da kolunun altında taşıdığı, yanından ayırmadığı tek kitabı olduğu söylenir. Üstad, Mela Cizîrî hakkında ayrıca şöyle der: “Melayê Ciziri, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ve Mevlânâ cami aşk makamında birdirler. “

said nursi ile ilgili görsel sonucu

Kürt tasavvuf şiirinin en önemli temsilcisidir. Onun divan’ı geleneksel eğitim sistemi içinde temel derslerden biri olarak görülmüş, iyi şiirin standardı olarak benimsenmiş ve Mevlânâ, Hafız, gibi tasavvufçu alimlerle eşdeğerde görülmüştür. 
Cizre sarayında prens ve prenseslere ders verirken yazmış olduğu aşk kasidelerini zamanın Cizre Miri yanlış yorumlamış ve önce Mela’yı idama mahkum etmiş sonra vazgeçip Diyarbakır’a sürgün ettirmiş. Diyarbakır’da kaldığı yedi yıl süre içinde Cizre’ye bir damla yağmur yağmadığı iddia ediliyor
mevlana ile ilgili görsel sonucu

Cizîrî’nin yaşamını bu kronolojiden ayıran ve onu biraz da Mevlânâ’ya yaklaştıran en önemli benzerlik ise aşkta yatmaktadır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizi’yle karşılaştıktan sonra aşkın çeşitli boyutlarını yaşamaya başlar ve o zamana kadar sürdürdüğü geleneksel alimliği bir kenara bırakır. Cizîrî’de de aynı durum söz konusudur. Cizîrî’nin hayatının kırılma noktası onun Hasankeyf mirinin kızı Selma’ya olan aşkıyla başlar. O döneme kadar geleneksel bir din alimi olan Cizîrî, Selma’yla karşılaştıktan sonra aşk üzerine şiirler yazmaya başlar. Selma’nın aşkını ilahi bir aşka dönüştürür. ‘sureti öz’e yaklaştırır. Tasavvufi şiirlerinin de bu zamanda yazıldığı söylenir. Cizîrî, Divan’ında mela, melê ve nişanî gibi mahlaslar kullanmıştır.

istanbul Kürt enstitüsü tarafından basılan Şîroveya Diwana Melayê Cizîrî önemli bir kaynak olarak gösterilebilir. Diğer yandan şu anda elimizde bulunan ve Nûbihar yayınlarınca okuruyla buluşan Kürtçe ve Türkçe metin  derli toplu bir şekilde Cizîrî’nin bütün şiirlerine yer vermektedir. Önemli bir başvuru kaynağı ise yine yakın zamanda Türkçeye çevrilen Melayê Cizîrî, sevgi ve güzelliğin şairi, kitabıdır.

İlgili resim

Cizîrî’nin şiirlerinde tasavvufi konular ve imgeler başattır. Ama temel teması aşktır. Aşkın çeşitli halleridir. Şiirlerin temel öğeleri belli bir ahenk çerçevesinde tema ve fikirlerle örülmüş ve sembolik olana çoklukla yer verilmiştir. Güzellik kavramı ise Cizîrî’nin şiirlerinde aşkın hemen yanı başında yer alır. Cizîrî’nin güzelliğe bakışı, diğer sufi düşüncelerine benzer. Cizîrî de güzelliği tanrının sıfatlarından biri olarak tanımlar ve onu bu şekilde benimser, şiirlerinde işler. Evrenin bir ayna olduğunu ve tanrının suretini yansıttığını belirtir. Nitekim şair evrende var olan güzelliği ilahi bir güzelliğin simgesi olarak işler. Aşkta da aynı mecrada ilerlemiş ve Selma’ya duyduğu aşk zaman 'içinde öz’e duyulan bir aşka dönüşmüştür.

melayi ciziri ile ilgili görsel sonucu
Cizîrî’nin şiirlerinde şarhoşluk imgesi de önemli bir yer tutmaktadır. Sarhoşluk ruhsal bir olgu olarak belirir şairde. Bu onun tasavvufi ve şiirsel dünyasının bir parçasıdır. Bu anlamda dönemin diğer kültürlerindeki örneğin Mevlânâ, Hafız gibi sufi şairlere benzerliği de söz konusudur. Sarhoşluğu ilahi güzelliğin bir sonucu olarak görür. Cizîrî’ye göre bu güzelliğe kavuşmanın yolu ruhsal terbiyeden geçer.
Diğer yandan Cizîrî’nin gazelleri ise onun mistik olana tutkusunu, ilahi aşkı ve felsefi düşüncesini işler. Şair birçok şiirinde aşkını ve kırılganlığını dillendirmek için sevgilisine seslenir. Tanrı kavramı etrafında hiçleşme ve onunla birlik olma tarzındaki tasavvufi değerler şiirlerinde kendini okura hemen sezdirmektedir. Onun şiirlerinde aşık ve maşuk öylesine bir olmuşlardır ki (hem bedenen hem ruhen)sevilen onu kendi suretinde, aynada gördüğü gibi tanır, bilir ve sever. Şair ayrıca şiirlerinde çeşitli metaforlara da yer verir. Bu metaforlar daha çok önemli şark şairlerinde görülen metaforlardır. Kafes, yeni ay, sevgilinin kaşları gibi… Cizîrî’nin şiirlerinde aşkın dışındaki temel konular da vardır. Astronomiden, tarihe, felsefe ve fizike kadar birçok konu onun şiirlerinde yer almıştır.

İlgili resim

Cizîrî’nin, Kürtçenin bütün lehçelerinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Türkçe de bildiği şiirlerinde belli olur.  Araştırmacılar Cizîrî’nin, Cizre sınırları içinde bulunan medreseya sor’da (kızıl medrese) dersler verdiğini, öğrenciler yetiştirdiğini ve orada vefat ettiğini söyler. Farhad Shakely de buna değinir: “Cizîrî’nin hayatı ve şiiri bağlamında bir diğer önemli mesele onun kızıl medrese, medreseya sor, ile olan ilişkisinde yatar. Bu yapı şairin çağdaşı olduğu sanılan mir şerefler’den biri tarafından inşa edilmiştir. Söylendiğine göre, uzun süre sürgünde kaldıktan sonra II. Mir Şeref Cezire’yi ele geçirmek üzere yola çıktı, Allah’a dua etti ve şehre girdiği noktada bir cami inşa edeceğine söz verdi. Böylece kızıl medrese ve bir de cami inşa edildi. Cizîrî’nin kızıl medrese’de yaşayıp ders verdiği çok sık iddia edilen bir husustur.”
Melayê Cizîrî ve divan’ı hem Kürt edebiyatı hem de dünya edebiyatı için çok önemli bir eserdir. Yüzyıllardır dilden dile dolaşan ve hiç eskimeyen şiirler onun üstün şiir kalitesini de gösterir. Estetiğe önem vermesi, aşkı yüceltmesi ve onu bütünsel bir yere taşıması, dünyadaki diğer felsefi akımlardan haberdar olup bunları şiirine konu etmesi ve daha birçok nedenden dolayı onu Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Hafız ve Mevlânâ cami ile aynı merhalede görmeyi zorunlu kılar.”

şiir gifi tumblr ile ilgili görsel sonucu
şox û şengê zuhrerengê , dil ji min bir, dil ji min
awirên heybet pilingê , dil ji min bir, dil ji min
nazikê şêrînkelamê, dêmdurê gerden şemalê
çiçeka terhin î vala, dil ji min bir, dil ji min
sûrşêrînê nazenînê, kuştim û nakit yeqînê
wê bi çengala evînê dil ji min bir, dil ji min
ruhnîya çavên mela ye ew teceliya te daye
ya ji ehmed dil rewa ye, dil ji min bir, dil ji min
cilvelim, nazlım zühre renklim
kalp hırsızım, kalp hırsızım
güvercin heybetli bakışlım
kalp hırsızım, kalp hırsızım
nazlım, hoş sözlüm gerdan güzeli
terhin çiçeği boş yanında
yürek hırsızm, yürek hırsızım
dudak tatlısı nazlım
öldürdün beni emin ellerde
aşkın çengeli ile
yürek hırsızm, yürek hırsızm
mela’nın gözlerindeki aydınlıktır
vermiş olduğun o tecelliyi
ahmet’e yürek revadır
yürek hırsızım, yürek hırsızım
16. yy. – Melayê Cizîrî